Ne Amerikan Şekeri Ne Rus’un Yüzü
- Mustafa Alıçlı
- 7 Mar 2020
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Nis 2020
Köpek, dövüldüğü sokağa kaçarmış, acayip sosyolojik. Hayvanlar bizden daha akıllı, bu kesin (Dillerini çözsek de onları kurullara dahil etsek. Ucuz ve mâkul/uygun işgücü).
Ata sporumuz ‘yedi düvelle savaşmak’ acaba ne kadar mantıklı?. Aşırı kardiyo basıp belini incitirsen bi daha spor da yapamazsın hava da atamazsın. Kaldıramayacağın yükün altına girmeyeceksin. Bi ara günde üç öğün kullandığımız bir kavramımız vardı her derde deva. Maymuncuk gibi her kapıyı açardı; ders mi çalışacaksın “stratejik çalışmalısın”, geziye mi çıkacaksın “stratejik plan yapmalısın”, masraf mı yapacaksın “stratejik harcamalısın”. Ne güzel günlerdi be. Kavramın suyunu çıkartıp pardon soğuk presle yağını çıkartıp oramıza buramıza sürerek ‘kür’lere gark oluyor/batıyorduk. Ah ah azizim… Dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar ile ararım şimdi, nerede o stratejik aklımız deyu. Hatta iyi hatırlıyorum hemen ardından da ‘jeo’lara gelmiştik babalar. Jeopolitik, jeostratejik, jeokültür, jeofinans, jeosantrik vb.
Tabi ki bu kültürel birikim, bu yoğun ‘ilmî şecaat’, şişede durduğu gibi durmadı. Keskin sirke küpüne zarar misali yeni bir akımla dünya siyasi tarihine arz-ı endâm etti/ortaya çıktı: “siyasal diyalektik”. Nerden çıktı bu demeyin biz bulduk. Bir şeyi zihninde ele almaya başlarsan hem o şeyi hem de değil’ini ortaya koyarsın (göreceksiniz acayip tutacak, kim demiş Türkler felsefe yapamaz diye). Biz yedi düvele savaş açabiliyorsak yedi düvel de bize savaş açabiliyor olmalı elbette. Belki de savaş açıyor gibi yapıyordur da ‘3,5 düvel savaşı’ patlatmayı düşünüyor olduğunu düşünüyordur, diğer üçbuçuğu ise üçbuçuk atmakla meşguldür. Öyle ya, ülkeler arasında fizik kanunları işlemez. Bu, kesinlikle siyasal diyalektik. Üstelik 7 taksit…
Bu enerji yoğunluğu kimde var! Bütün dünyaya yetip artıyoruz, ardından da dünyaları kıskandıracak kadar faiz dışı fazla, pardon enerji fazlası veriyoruz (üretimimiz ise eser miktarda ama konumuzun bununla ilgisi yok). İçimizden bir cengâver çıkıyor, kara donlu kara kâfire haddini bildirmek için bütün enerjimizi ele alıyor, yoğuruyor da yoğuruyor. Öyle yoğun öyle gazaplı ki enerjiyle dolmak, o kadar olur… O kadar büyüyor ki enerjimiz, kütleye dönüp dağları aşıyor. Vee fizik kanunları işliyor tabi. Bu yoğun kütleyle etrafımızda çok güçlü bir cazibe/çekim oluşturuyoruz. Bendimizi aşıyor, enginlere sığmıyor taşıyoruz. Hatta uzay-zaman boyutunda evreni büküyoruz. Kuantum dokusu hiç olmadığı kadar renkli, özellikle kara delikler gözümüze gözümüze batıyor (belki de o kadar da kara değildirler). Kara delikler bizi yutacak diye endişelenirken solucan deliğine girip sadece bizim başat olduğumuz ayrı bir evrene geçiveriyoruz.
Eee artık kim tutar bizi. Hazır kartlar yeniden karılırken aksiyon zamanı, senaryomuz hazır. Motor… Neydi sihirli kelimemiz? ‘Strateji’; gücünü, yetirebileceğin hedef doğrultusunda ve orantılı kullanmak. Oda ne! Olay ufkumuzda bir başarı hikayesinin geçmişi süzülüyor. Seyre koyuluyoruz. Kendi senaryomuzu, düzeltmeler yapmak üzere şimdilik bir kenara koyuyor ve not almak için kaleme kâğıda sarılıyoruz.
Amerika II. Dünya Savaşı sona ererken zımnen/üstü kapalı yardım ettiği Rusya’yla ( o zaman ki adı Sovyetler Birliği) dünyayı paylaşıyor. Tüm cephelerin mutlak galibi ABD, dünyanın yarısını Rusya’ya hediye ediyor. Yedi düveli yeniyor ama korkuyor mudur nedir hepsine sahip olmayı düşünemiyor (stratejiden hiç anlamadıkları aşikâr). Tüm kaybedenlerin ve dahi kazananların savaş öncesindeki etki alanları ortadan kalkmasına rağmen, bütün dünya Amerika hegemonyasının ezici gerçeğiyle karşı karşıya kalmışken yapılır mıydı bu. Lâkin ABD, eğer şu meşhur dış mihrakların oyununa gelmediyse dünyanın yarısından oluverdi bir çırpıda.
Görünen şöyleydi: gücünün zirvesindeki Amerika, dünyaya bir dönüşüm hülyası sundu, kendi liderliğinde iyiye, güzele, demokrasiye ulaşılacağını duyurdu, inandırdı. Bütün dünya avucundaydı yani. Ancak gerçek etki alanı altına sadece yarısını almaya karar verdi. Diğer yarısını güdümü altına almadı, misafir olarak konaklamakla yetindi. “Keşke hepsini alsaydım” diye Rusya’ya hiçbir zaman saldırmadı. Rusya’ya bıraktığı alanlardaki çirkin ve insanlık dışı oluşumları/faaliyetleri/zulümleri sadece seyreyledi. Günün sonunda stratejik muhatabına ‘ortak selamı’ çakıp keyfine baktı (buraya kadarmış özgürlük şövalyeliği, yaşasın kovboy adaleti).
Günümüze gelirsek, gücünü ve egemenliğini kaybetmiş bir Amerika var karşımızda. Pabuç pahalı… Dünün muzafferi ve hegemonuyken “her şey benim olmalı” demeyen ve bugün Rus’uyla, Çin’iyle ve dahi Japon’uyla, Hindu’suyla mahalle kabadayıları artmış yeni dünyaya uyanan Amerika! (Neylersin, dış mihraklar işte!) Adını koyalım, yeni dünya düzeni: yeni büyük güç rekabeti çağı. Bir zamanlar bizim de dilimize pelesenk olan “savaşma seviş” sloganıyla dünyayı uyutan ancak kendisi yeryüzünün her karesine üs kurarak süreli savaşan Amerika… Çin ve Rusya ile her alanda yürüttüğü çıkar çatışmaları için yine, yeni, yeniden mücadele ediyor, menfaatleri için sürekli başka başka savaşlar çıkarmaktan geri durmuyor. Lakin, dedik ya dünya değişti diye. Rakiplerinin ekonomik gücü giderek artıp kendisininki zayıfladıkça kovboy şapkasını önüne koyup kara kara düşünmeye başladı. Pakistan, Filipinler ve Tayland'dan Letonya, Suudi Arabistan ve Türkiye'ye kadar hangi müttefik ve ortağım; güvenlik ve refahımı artırmamda bana fayda sağlayacak? Hangisinin fayda/risk maliyeti daha düşük olacak?
Adamlar haklı kardeşim. Hangi ittifak sonsuza kadar sürer ki… Ve hangi ittifak, koşullar değiştiğinde, özellikle de hedefteki düşman yok olduğunda veya güç dengelerinde tektonik kaymalar gerçekleştiğinde başka başka aşklar peşinde koşmaz ki? Dolaysıyla onlar da kendi çıkarlarını gözetecek elbette. Amerika’nın o kahredici gücü bizde olsaydı, bırakın dünyayı, uzayın derinliklerini bile “Eeey” diye titretirdik. İşte, ülke olarak bizim kaçırdığımız püf noktası tam da bu; güç ile eylem arasındaki illiyet bağı ve orantı.
Bu bağıntıyı irdelemek için yine örneğimiz üzerinden devam edelim. Amerika yumruğunu vursaydı Tayvan’ı Çin zulmüne bırakmazdı, heeyt deseydi Kırım’ı Rusya’ya yedirtmezdi, Letonya’yı harcatmazdı. Bunlar gibi daha tonlarca olaya müdahil olmadı. Neden? Nedeni basit; stratejik açıdan kıymetli değillerdi, maliyet etkin hiç değillerdi. Attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmiyordu. Çocuk oyuncağımı bu, adamların nükleer silahı ve yetenekleri var. Yani daha ilk nükleer saldırıda Amerika yok olabilirdi ya da misilleme yapacak mecali kalmayabilirdi. Nükleeri bırakın konvansiyonel/geleneksel bir savaşta bile felaket riskiyle karşı karşıya kalabilirdi. Hesap kitap işleri bunlar. Beğenmediğimiz Trump bile her operasyonun ardından ne kadar kârlı çıktığına dair kendi kamuoyuna hesap veriyor; “Araplara şu kadar ticaret anlaşması yaptırdım, Suriye’de şu petrol bölgelerini kapattım, Çin’e şu oranda gümrük dayattım vb.”
Çuvaldızı Amerika’ya yeterince batırdık, iğne kendimize kalsın. Hayal ettiğimiz dünya için öyle elimizde palayla meydanlara koşamayız. An itibarıyla ulaşılmaz hedefleri terk etmek zorundayız. Adım atmadan önce nüfuz alanımızı, jeopolitik ve jeostratejik düzlemde tekrar tekrar gözden geçirmeliyiz. Kaynaklarımızla hedefimiz arasında uygunsuzluk/dengesizlik olmamalı. Gücümüzle hedefimiz arasında uygunsuzluk/dengesizlik olmamalı. Yüreğimizin yangınlarından yükselen ancak ulaşılamaz olan hayallerle büyülenmemeliyiz. İdeallerimizin parıltısı, vizyon körlüğüne neden olmamalı.
Esenlik ve stratejiyle…

Comments