top of page

‘Eski Normal’e Dönmektense…!

Hikayeye hemen hemen aşinayız. Avrupa mağrur bir şekilde dünyayı dize getirmiş, ilk defa jeopolitik anlamda dünya sahnesine çıkmış ve sömürmeye başlamıştır. Girmediği delik zulmetmediği millet kalmamıştır. Baş döndürücü bir hızla aydınlanma, ilerleme ve güçlenme… Ardından tüm yeryüzünü etkisi altına alacak mutlak Avrupa gözlüklü yazın/literatür okyanusu. Sanırsınız dünya, batı ile var oldu, tarih ve medeniyet onlar demek. Ne medeniyetin başlangıcı Sümerler’i andılar, ne baş tacı yaptıkları Eski Yunan’ın hocası Mısır’ı dile getirdiler ne de aydınlanmayı devşirdikleri islam medeniyetine diyet borçlarını ödediler.

“Her şey Avrupa karanlığıyla başlar ve Avrupa aydınlanmasıyla ilerler” paradigması üretildi. Yeni disiplin ve aksiyonlar, bu paradigmaya bağlı kalarak devinim ve devrim silsilesi/dizini içerisinde yorumlandı ve kurgulandı. Bu sayede; dünya tarihi dahil her türlü süreci, kendi serüvenlerine uygun olarak yoğurup önümüze koydular ve adını evrensel bilim koydular. Yani herhangi bir olguyu ele almak için Avrupalı gözüyle görüp onların zaviyesinden/açısından bakmamız gerekiyordu. Sonra da her bedene uygun deli gömleğini geçirdik kafamızdan.

Bakın ders kitaplarındaki insanlık tarihi tasnifine; bire bir Avrupa tarihidir. O karanlık çağdaysa aynı tarihlerde ve şartlarda bütün dünya da karanlık çağdadır, olmak zorundadır, bırakın aksini söylemeyi düşünmek bile bilim dışıdır. Çünkü bilim demek, Avrupa’nın lakırdılarının şerh edilmesinden/yorumlanmasından ibarettir. Aksi müddeinin katli vaciptir.

Kurtuluş reçeteleri, başkaldırı serüvenleri de böyledir. Aşırı savaşçı olan Avrupalılar sürekli bir şeylerle savaş halindedir. Dışarıya karşı yapılıyorsa devletin seferi veya haçlı seferi, içeriye karşıysa devrim olarak adlandırılırlar. Düzenler devrilir yeni düzenler kurulur, fikirler devrilir yeni fikir akımları doğar, inançlar devrilir yeni mezhepler doğar. Sonra da devirenleri de devirirler (devrim çocuklarını yer).

Toprak ağalığı, sömürü, zenginleşme, sanayi devrimi, kapitalizm derken yoldan çıkmış bir batı medeniyeti. Dünyayı sömürmesinin yanında kendi halkının da kanını emer. Öyle ki fabrikanın ağaç stoku tehlikeye girmesin diye ağaçların ısınma amaçlı yakılması bile yasaklandığı ve bir gecede yöredeki tüm çocukların soğuktan donarak öldüğü bile olur. Zalimlikte de çığır açmışlardır. Ne kilise ne aydınlanma ne pıtrak gibi çoğalan “izm”ler ne de sömürgelerle gelen zenginlik, insanlığa çare olamamaktadır. Daha çok savaş daha çok ezilenlerin sefaleti daha çok ızdırap daha çok ölüm. Herkes seherde belirecek bir güneş hasretiyle yanmaktadır. “Avrupa’da bir heyula dolaşmaktadır, komünizmin heyulası…”

Vee Karl Marks sahne alır: Avrupa’nın ufkuna güneş gibi doğar. Paradigmaları alt üst eder. Bir peygamber edasıyla insanlığa acı gerçeği haykırır: “Sömürülüyorsunuz ama tarihsel zorunluluk gereği ezilenler, ezenleri devirecektir.” Bir reçete sunar. Mülkiyetin kaldırılması ile üretim araçlarının ortak kullanıma sunulması, bu sayede gelirde mutlak eşitliğin sağlanması… Sermayedarların/ultra zenginlerin türeyeceği ve dahi birilerinin sömürüleceği ortamın bulunmaması… Doğal olarak mutlak adalet... “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun, onu değiştirmektir.”

Ve değiştirir de. Fikirleri hiçbir hükümdara, hiçbir dine, hiçbir peygambere nasip olmayacak süratte dünyada kabul görür. Çünkü ezilenler/işçiler için öngördüğü kurtuluş, iktidar ve sermaye sahipleri için acı bir sondur. İlginç ama teorisi yeryüzü cenneti sunarken pratikleri istisnasız cehennem yaşatır, toptan sefalet.. Ve bütün tanrılara kini olan Marks, altın vuruşu yapar: “Din, bunalmış mahlukun iç çekişi, merhametsiz bir dünyanın ruhu ve aynı zamanda akılsız bir çağın aklıdır. Din halkın afyonudur”. Her neyse… Maksadımız Marks reklamı veya eleştirisi değil.

Özellikle komünizmin ağababası Sovyetler Birliği’nin (Rusya) dize getirilmesiyle faşizm tekrar galip gelir. Yani küresel anlamda tekrar ruhumuzu satıp faşist paradigmaya meftun oluruz. Tüm okumalarımız, tekrar batı gözlükleriyle görebildiklerimizin insafına terkedilmiştir. Doğal olarak çağdaş dünya, hâlen sömürünün kucağında inim inim inlemektedir.

Evet, her ne kadar ekonomi; kanun ve formüllerden müteşekkil pozitif bilimmiş gibi görünse de bir takım süreçlerin döngüsel varlığı ve sürekli kasanın kazanması (aktör devletlerin güçlenmesi); bu işte bir bit yeniği olduğu hissini uyandırmalı artık. Nihayet Galbraith bu gerçeği yüzümüze vurdu. Bi kere serbest piyasa olgusu, dünya ekonomisinin % 40’ında geçerlidir. % 60’ı için öyle piyasa şartları falan geçerli değildir. Aksine büyük şirketlerden oluşan ‘Planlı Sistemler’ mevzu bahistir. Bunlar, önce neye ihtiyacımız olduğunu kendileri belirler, sonra da onu bize dayatırlar. Sadece üretim araçlarını kaptırdığımız için Marks, 150 yıl önce sermayedarlara isyan etmişti. Şimdi, üretimden öte ihtiyaçlarımız üzerinde bile tahakküm kurulmakta. Yani ekonomi biliminin üzerine temellendirildiği “arz/talep dengesi” denen şey, aslında ilizyondan ibarettir. ‘Cambaza bak cambaza’ deyip cebimizdekini aşıran yankesicilerin dünyasıdır. (Demokrasi söylemine ne kadar da benziyor!) Tüm o ‘bilimsel ekonomi yazınına’ bu gözle bakıp şu sorulara cevap bulmamızın zamanı geldi artık.

► ‘Ekonomi bilimi’ neyi buyuruyorsa tüm ülkeler, örgütler ve kuruluşlar tarafından işleme sokulmasına rağmen neden dünya krizden krize sürükleniyor?

► Neden kapitalizmin tek kutsalı, kâr oranları ile kâr beklentileridir.

► Küresel tüketim, katlanarak artırılmasına rağmen küresel durgunluk çemberi neden kırılamıyor?

► Küresel borç düzeyi, 10 yılda iki katına çıkmasına, dünyaya finans pompalanmasına rağmen neden finans problemleri katlanarak artıyor?

► “Finansal sistemin sağlığı, her şeyden önceliklidir” şantajına neden devam ediliyor? (istenince istendiği kadar para basılabiliyor ne de olsa!)

► Küresel çapta etkileri halen süren 2008 mali krizinde herkes zarar ederken kimisi de batarken neden en büyük 2.000 tekelci ulus-ötesi şirket kârlı çıktı?

► Krizden günümüze ABD, dolaşımdaki dolarının yaklaşık bir buçuk katı kadar daha para basmış. Üstelik kurdukları sistem sayesinde ilave olarak 4 katı kadar da finansal varlığa sahip olarak bilançolarında 5,7 trilyon dolarlık artış oluşturmuşlar. Kriz, neden kapitalizmin kalesini vurmuyor? (Sadece matbaa, mürekkep ve kağıt. Gelsin kat be kat zenginlik…)

► Neden 1 ton altını olan bir ülke, kapitalizm sayesinde 32 ton altını varmış gibi aşırı finansal zenginliğe ulaşabiliyor?

► Varlık fiyatları, periyodik şekilde bir yükselişe bir çöküntüye uğratılırken neden garibanın üç kuruşluk tasarrufu elinden alınır?

► Neden küresel köyde sermayenin hiper akışkan dolaşımı için kapılar ardına kadar açılırken emeğin dolaşımına kapı duvardır?

► Neden emek/sermaye arasındaki gelir adaletsizliği sürekli derinleşiyor? Neden hep kasa kazanıyor?

Özetin özeti: bu kapitalist paradigma içinde kaldığımız sürece hem sermayedarlar tarafından sürekli sömürüleceğiz hem de bunun bilimin gereği gayet rasyonalist bir şey olduğuna inandırılacağız. Dünyada krizler eksik olmayacak ve aktör devletler, her seferinde eskisinden daha güçlü olarak krizden çıkacaklar. Sonra da dünyayı kündeye getirmek için tekrar “eski normale dönülme zorunluluğu”nu dayatacaklar.

Sizce de yetmez mi bu sömürü döngüsü… Korona sonrasında da kasa her zaman kazanmak zorunda mı? ‘Eski Normal’e Dönmektense…!

Comentarios


Abonelik Formu

©2020, Çift Başlı Kartal tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page